1910 yılının İstanbul’u… Şehir yazı karşılamaya hazırlanıyor. Yine bildiğimiz gibi; görkemli, ihtişamlı… Tatavla’nın Arnavut kaldırımlı yollarında atlı tramvaylar mekik dokuyor. Tarihi Yarımada’da, Üsküdar’da, şehrin dört bir yanında mimarisiyle göz alan yapılara Serçe Sarayları, Kuş Köşkleri, Güvercinlikler iliştirilmiş. Sultan Mehmed Reşat atıyla Beşiktaş sokaklarında salınıyor. Koca Mustafa Paşa, Şeyh Evhaddeddin Tekkesi’ne kediler için günde iki sırık ciğer adıyor. Şehir halkının en büyük keyiflerinden biri Edirnekapı’daki Kuş Pazarı’na giderek parasını verip kuşları azad etmek. Tutsaklıklarına son verip göklere kavuşmalarını izlemek.
İstanbul böyle işte o günlerde. İnsanlar sokaklarını da göklerini de hayvanlarla ortak kullanıyor. Bundan da çok mutlu. Çünkü yüzyıllardan beri bizim geleneğimiz bu. Kedisi de, köpeği de, kuşu da bu şehrin sakini. Sadece İstanbul’da da değil gerçi; tüm şehirlerde durum bu.
İstanbul’da hal böyleyken Avrupa’da alıp başını yürüyen kozmetik ve ilaç sanayii için hayvan katliamları çoktan başlamış. Fransa’da sokaklardan tek tek topladıkları kedileri, köpekleri laboratuvarlara kapatmışlar. Öyle ki sokaklar tamamen boşalmış. Eee, ama yeni deneylere yeni kurbanlar lazım? Derken birinin aklına parlak (!) bir fikir gelmiş…
İSTANBUL’UN KÖPEKLERİNE UZANIYOR ELLER
İstanbul sokaklarının köpeklerine göz dikmişler. “Toplayın hepsini, bize satın.” demişler. Baştakiler de ‘Peki’ demiş, ‘Satarız’. Fransa ile anlaşma imzalanmış. Ama o kadar kolay değil. Halk köpek dostlarından vazgeçmemiş kolay kolay. Sonuna kadar direnmiş. Fakat yönetim de ısrarlı. Halktan aradığı desteği bulamayınca parayı basıp serserilere havale etmiş bu köpekleri toplama görevini.
Yönetim kararlıysa halk daha kararlı… Teslim etmiyor dostlarını, gözden çıkarmıyor iki kuruş para için. Sokaklardan köpekleri toplama işlemi sürerken isyan başlıyor. Tophane Limanı’na bir baskın, Fransa’ya gönderilmek üzere gemilere tıkılan binlerce köpeği kurtarıyorlar zalimlerin elinden.
Ama hükümet de vazgeçmiyor. Malum, anlaşma yapıldı bir kere. Bu kez daha organize halde yürütüyor toplama işini. Paralı katliam timi bu sefer daha kararlı, daha gaddar, daha acımasız. Topluyorlar tüm dostları tek tek, fotoğrafları bir görseniz yüreğiniz dayanmaz.
ANLAŞMA SUYA DÜŞÜYOR
Derken işler beklenildiği gibi gitmiyor. Canları yerlerinden yurtlarından ederek vazifelerini tamamlıyorlar. Korkudan ödleri patlamış yavrular bir gemide alt alta – üst üste, başlarına neler geleceğinden habersiz öylece bekleşiyorlar. Bekleşiyorlar da, Fransa’dan ses yok. O çok hevesli hallerinden eser yok. Hükümet de şaşkın. Eee? diyor. Çareyi fiyatları indirmekte buluyorlar. O canları illa satacaklar, kararlılar. Hatta bedavaya vermeye razı hale geliyorlar bir müddet sonra. Ama Fransa’dan hala çıt çıkmıyor.
Beklenen yanıt öyle çok gecikiyor ki, zavallı köpekleri daha fazla Tophane’de bekletemeyeceklerini anlıyorlar. Yeniden salsanıza o yavruları sokağa? Zaten ödleri kopuyor öylece bekleşmekten, salın tekrar özgür olsunlar… Ama yok! Kısa zaman sonra haber gelir belki, neme lazım…
Toplanan binlerce köpeği Tophane’den nereye taşıyacaklar? Şehrin ücra bir köşesini tercih etmiyorlar. Neden biliyor musunuz? Yeniden toplamak kolay olsun diye. Kaçmalarının en olanaksız olduğu yeri seçiyorlar. Bugünkü Burgaz Ada’nın karşısında, üzerinde hiç bir yerleşimin bulunmadığı, hatta bir ağacın bile bitmediği, sadece kayalardan oluşan ıssız Sivri Ada’yı.
Tarih tam 3 Haziran 1910. O gün 80 bin dostumuzu gemiyle o ıssız adaya götürüyorlar. Köpeklere orada bir süre daha bakıyor yetkililer(!). Ta ki Fransa anlaşmayı feshettiğini ve köpekleri almaktan vazgeçtiğini bildirene kadar.
80 BİN CAN ADADA KADERİNE TERK EDİLİYOR
Anlaşma bozulunca on binlerce köpek Sivri Ada’da tamamen kaderine terk ediliyor. Üzüntüden perişan olan halk gücü yettiğince direniyor. Orada ölüme terk edilen canlara yiyecek ve su taşımaya devam ediyor. Ama bir süre sonra onlar da çaresiz kalıyor. Dönemin koşullarını bir düşünün, ne kadar direnebilirsiniz ki?
80 bin köpek o adada açlıktan birbirini yiyerek can veriyor. Hatta rivayet olunur ki, yavruların acı yardım çığlıkları bugünkü Anadolu Yakası sahillerinden bile duyuluyor, sabaha kadar hiç dinmiyor…
Ölümler başlayınca Anadolu Yakası kokudan geçilmiyor. İstanbul’un hayvansever halkı engel olamadıkları, karşı koyamadıkları bu günahın kokusuyla yaşamaya mahkum oluyor. İnanışa göre İstanbul, Hayırsızada katliamından sonra lanetleniyor. Açlıktan birbirine kıyarak can veren masum canların ahı 1912 yılında önce Büyük İstanbul Depremine, sonra Balkan Savaşlarına yol açıyor. Bu iki felaketin sebebi de o köpeklere karşı işlenen günaha bağlanıyor.
O GÜN BUGÜN, SİVRİADA ARTIK HAYIRSIZADA OLARAK ANILIYOR
3 Haziran 1910. 80 bin köpek İstanbul’un açıklarında bir adada ölüme terk edildi.
3 Haziran 1910. 80 bin köpek Hayırsızada ‘da birbirini yiyerek can verdi.
Bu utanç da bize yüzlerce yıl yetmeliydi. Ama yetmedi. O günden bugüne;
İzmir Karşıyaka’da bir parkta bulunan kedi evi içinde kediler varken yakıldı.
Ankara Çubuk’ta bir çöp torbasına tıkılmış onlarca sokak köpeği ölüsü bulundu.
Trabzon’da nesli tükenmekte olan bir Vaşak ölü bulundu.
Şanlıurfa Siverek’te bir kirpi sopayla dövüle dövüle öldürüldü.
Bursa’da bir sitenin bahçesinde beş yavru kedinin başı kesildi.
Sivas Gemerek’te, 75 yaşındaki bir kişi, köpeğe tecavüz ederken yakalandı.
.
.
.
.
Bu utanç bize yetmedi belli ki. Ve bugün hala hayvanları insanlardan korumaya yeten bir yasamız yok. Yasalar önünde hayvanlar hala can değil mal kabul ediliyor. Onlara karşı işlenen suçların cezaları hala yetersiz.
Hayırsızada ‘nın üzerinden 111 yıl geçti. Biz bugün hala Hayvan Hakları Yasasında gerçek bir düzenleme bekliyoruz. Çünkü orada yatan canlara, yüz küsur yıldır yitirdiğimiz tüm masum canlara borcumuz var.
Cesur’un diğer yazılarını okumak için tıklayın.